5 Ocak 2020 Pazar

whitney museum of american arts




1930’larda bir heykeltraş ve sanat koleksiyoncusu olan Gertrude Vanderbilt Whitney tarafından kurulmuş. 1930’dan günümüze üç kere yer değiştirmiş. West Village’deki birleşik nizam üç evin müzeye dönüştülmesiyle kurulan müze, Moma’nın arka sokağına oradan da Upper East Side’a bugün Met Breuer olarak kullanılan Marcel Breuer’in tasarladığı binasına taşınmış.






Renzo Piano’nun tasarladığı bugünkü binaya ise 2015’te  geçilmiş. High Line’ın üstünde yer alan bina sanki High Line’ın bir uzantısı ya da High Line binanın teraslarından biri gibi. Endüstriyel tasarımı, dışarıya uzanan merdivenleri ve terası bu binayı en özel yapan şeylerden biri. Sandy Kasırgasından sonra yapılan bina, fırtına, kasırga vs doğa olaylarına dayanabilmesi için özel tasarlanmış ve bu dayanıklılığın sağlanması için hiç bir masraftan kaçınılmamış (422 milyon $).  



25 Eylül 2017 Pazartesi

Taşı dinlemek: Noguchi müzesi




Bugün Queens'deki Noguchi Müzesi'ndeyiz. Heykelden, mimariden ya da Japon sanatından keyif alıyorsanız bu gezimiz size çok şey sunacak. Müze 20. yüzyılın en önemli heykeltıraşlarından biri olan Isamu Noguchi tarafindan 1985 yılında, hayatı boyunca yaptığı işleri temsil etmesi amacıyla kurulmuş. Müzenin açılışı Noguchi'nin vefatından 3 yıl öncesine tekabül ediyor.

Amerikalı edebiyatçı Leonie Gilmour ve Japon şair Yonejiro Noguchi'nin oğlu olan Isamu, 17 Kasım 1904'de Los Angeles'de doğmuş. Babası Jonejiro kısa bir süre sonra annesi ve Isamu'yu terk edince, annesi küçük Isamu'yu alıp Tokyo'ya taşınmış. Ne var ki, Tokyo'da bir tapınakta münzevi hayatı yaşayan baba Yone, oğlu Isamu'yla hiç bir zaman ilgilenmemiş ve anne-oğul, İsamu 10 yaşındayken Tokyo'dan ayrılıp Omori ve Chigasaki'ye taşınmışlar. Isamu yeni evleri için marangozluk işleri yaparken, sanat hayatının ilk tohumlarını atmış. Daha iyi bir eğitim için Amerika'ya dönen Isamu, okul hayatı boyunca sanatla ilgili yeteneklerini geliştirip ünlü heykeltıraşlardan eğitimler almış.



Japonya-Amerika savaşıdan çok etkilenen Noguchi bu dönemden sonra sanatında politik bir duruşu benimsemiş. Savaştan sonra bir dönem Japonya'da yaşayan Noguchi, hem Japon sanatından çok şey öğrenmiş, hem de burada pek çok eser vermiş. Noguchi, sanat hayatı boyunca farklı disiplinlerden sanatçılarla beraber çalışmış. Arkadaşı dansçı Martha Graham için sahne tasarlamış, bir başka sanatçı arkadaşı Edison Price'ın yardımıyla, devasa boyutlardaki metallerin nasıl kesildiğini öğrenmiş, ünlü mimar Louis Kahn ile beraber Japonya ve Amerika'nın farklı bölgelerinde çocuk parkları dizayn etmiş, mobilya tasarımcılarıyla beraber çalışıp mobilyalar tasarlamış ve Japonya'daki geleneksel bir kağıt feneri ustasıyla beraber de Akari Lambalarını yapmış.

Noguchi altmışlarda dönemin sanatçılarının büyük bir çoğunluğu Greenwich bölgesine taşınırken atölyesini Long Island City'e taşıma kararı almış. Burada satın aldığı 2.200 m2 genişliğindeki iki katlı endüstriyel binayı atölyeye dönüştürmüş. Bu sayede ihtiyaç duyduğu soyutlanmayı, atölyenin yanıbaşında yer alan mermer fabrikası sayesinde, heykellerinde kullanacağı taşları ve civardaki metal isçilerinden yine heykellerinde kullanacağı materyalleri temin etme şansını bulmuş.



Atölyenin denize yakın bir noktada konumlanması aynı zamanda Noguchi'nin işlerinin veya materyallerinin deniz yoluyla taşınabilmesine de imkan vermiş.1960'larda taşındığı Long Island City'deki yeni atölyesini, 1980'den sonra müzeye dönüştürmek için çalışmaya başlamış ve Japon-Amerikan mimar Shoji Sadao ile beraber çok etkileyici bir mekan yaratmış. Müzenin bir penceresinden Noguchi'nin hayattayken yaşadığı evi görüyoruz, diğer penceresinden ise bugün Costco görünse de bundan seneler evvel deniz görünüyor ve bu sayede bina denizin üzerinde yüzüyor hissi veriyormuş.

Her bir detayı incelikle örülmüş olan bu yerde, mekanla ve heykelle bütünleşebilirsiniz. Bu deneyime, müzenin bahçesi de katılabilir ve size dinlendiren, huzurlu bir sanat tecrübesi yaşatabilir. Noguchi'nin küllerinin yarısı da bu bahçede bir heykelin içinde yer alıyor, diğer yarısı ise Japonya'daki Noguchi müzesinde. Hayatı boyunca bir yarısı Amerika'da, bir yarısı Japonya'da kalan Noguchi ölümünden sonra da külleriyle de bu ikili hikayeyi sürdürmüş.



Vefatının ardından Noguchi araştırmaları merkezi olarak da işlev gören Noguchi müzesi, Noguchi'nin eserleriyle beraber pek çok farklı heykel sanatçısının sergisine de ev sahipliği yapıyor. Her yaştan insan için çeşitli eğitimlerin, atölye çalışmalarının da gerçekleştiği müzede konserler ve dans gösterileri de sahneleniyor.

Müzede Noguchi tasarımı Akari lambaların ve mobilyaların satışa sunulduğu bir müze dükkanı da bulunuyor.

Her ayın ilk Cuması ücretsiz olarak ziyaret edebileceğiniz Noguchi Müzesinin giriş ücreti 10$. Ziyaretinizinoguchi.org daki bilgileri kontrol ederek planlayabilirsiniz.

Noguchi müzesi, Queens bölgesinin sanatçılar için bir cazibe merkezi haline gelmesine de öncülük etmiş. Socrates heykel müzesi, Sculpture Center, Moma PS1 ve Museum of Moving Images bu bölgedeki müzelerden.

Buraya kadar gelmişken caddenin karşısındaki Socrates heykel müzesini de ziyaret edebilirsiniz.

Not: Noguchi'nin çocukluğu ve gençliğini, annesi ile babası arasındaki ilginç ilişkiyi anlatan bir film izlemek isterseniz Leonie filmine bir bakabilirsiniz:

http://www.imdb.com/title/tt1426328/
* Biyografi yazarı Hayden Herrera'nın Noguchi'nin hayatını anlatan kitabı:

https://www.amazon.com/Listening-Stone-Life-Isamu-Noguchi/dp/0374535981

New York'taki Viyana: Neue Galerie

New York'taki Viyana: Neue Galerie



New York'un en güzel yanlarından biri, farklı kültürlerle karşılaşmaya imkan sağlaması. Bugün de şehrin bize sağladığı bu imkanı Avusturya ve Alman sanatından yana kullanacak ve Neue Galerie'yi ziyaret edeceğiz. Ben bu müzeyi özellikle Klimt tabloları ve kafeleri için çok seviyorum.
Neue Galerie, Yıllarca Modern Alman ve Avusturya sanatına olan hayranlıklarını paylaşan iki arkadaş Sabarsky ve Lauder, bu eserlerin sergilenebileceği bir müze açmayı hayal ediyormuş. Sanat komisyoncusu ve sergi organizatörü Serge Sabarsky'nin vefatı üzerine, hayırsever ve sanat koleksiyoncusu Ronald S. Lauder beraber kurdukları bu hayali gerçeğe dönüştürmüş. Neue Galerie, işte bu 30 yıllık arkadaşlığın ve beraber kurulan hayallerin ürünü.
Müze, "Yeni Galeri" anlamına gelen ismini, 1923'de Viyana'da kurulmuş olan Neue Galerie müzesinden almış. Fifth Avenue (5. Cadde) 86. sokak, 1048'de yer alan müze binası, New York Halk Kütüphanesinin de mimarları olan Carrère & Hastings tarafından 1914 yılında inşa edilmiş.

 
Erken 20. yüzyıl Alman ve Avusturya sanat ve tasarımının sergilendiği iki sergi katından oluşan müze, Avusturya sanatını, 1900'ler Viyana koleksiyonu, Gustav Klimt, Egon Schiele, Oskar Kokoschka, Richard Gerstl ve Alfred Kubin'in eserlerini ve Josef Hoffmann, Adolf Loos, Joseph Urban, Otto Wagner'in tasarımlarını ihtiva ediyor.
Alman sanatı koleksiyonu ise, Vasily Kandinsky, Paul Klee, August Macke, Franz Marc, Gabriele Münter, Hermann Max Pechstein, Karl Schmidt-Rottluff'un, Lyonel Feininger, Paul Klee, László Moholy-Nagy ve Oskar Schlemmer'in eserlerini barındırıyor.
Galerideki Avusturya sanat koleksiyonunu online olarak görmek için:
Alman sanat koleksiyonunu online olarak görmek için:
Ayrıca müzeyi ziyaret ederken size eşlik edebilecek sesli bir tur rehberi de bulunuyor, rehberi iTunes veya Google Play ile ücretsiz olarak indirip dinleyebiliyorsunuz:
Klimt ve Viyana'nın Altın Çağındaki Kadınlar, 1900-1918

 
Merkez galeride "Klimt ve Viyana'nın Altın Çağındaki Kadınlar, 1900-1918" sergisini, Klimt tarafından resmedilmiş, Adele Bloch-Bauer (1907 ve 1912) Gertha Loew (1902), Elisabeth Lederer (1914-15) ve Ria Munk'a (1917) ait oldukça etkileyici portreleri bulabilirsiniz. Sergide yer alan Adele Bloch Bauer'in portreleri sadece estetik açıdan değil, tarihi şahitlik ve hukuki mücadele süreciyle de önem taşıyor. Portrenin macerası, Woman in Gold (2015) isimli filmde detaylıca işleniyor. Klimt'in resmettiği Adele Bloch-Bauer tablolarının Nazi işgaliyle ele geçirilmesinin ardından portrelerden biri "Woman in Gold" ismiyle sergilenmiş, Savaşın bitmesinden yaklaşık yarım asır sonra, Avusturya'nın, 1998'de bazı eserleri sahiplerine iade yolunu açmasının üzerine, portrenin hukuken sahibi olan, Bloch-Bauer'in yeğeni Maria Altmann, bu hukuki süreci başlatmış. Oldukça sancılı mahkemelerden sonra portre hukuki sahibine, oradan da Neue Galerie'ye ulaşmış.
Filmin fragmanını şuradan izleyebilirsiniz:
Müzede film gösterimleri, seminerler ve kabareler de gerçekleşiyor.
Müzenin Café Sabarsky ve Café Fledermaus isimli iki kafesi bulunuyor. Serge Sabarsky'nin adını taşıyan Café Sabarsky, büyük Viyana kafelerinden ilham almış. Josef Hoffmann tasarımı avizeler, Adolf Loos tasarımı mobilyalar, Otto Wagner tarafından kaplanmış koltuklar gibi dönemin zevkini yansıtan öğeler içeriyor. Kafede yer alan Bösendorfer marka kuyruklu piyano da müzedeki tüm kabare, oda ve klasik müzik performansları için kullanılıyor. Cafe Sabarsky'de haftada bir gerçekleşen kabare serisinde, klasik Avrupa müziği mizahi bir hikaye anlatımıyla bir arada yer alıyor.

 

Neue Galerie'nin alt katında bulunan Café Fledermaus ise, Josef Hoffmann tarafından tasarlanan masa ve sandalyeler ile dekore edilmiş ve sandalyeler Dagobert Peche tarafından tasarlanan kelebek desenli kumaş ile döşenmiş. Café Sabarsky ile aynı menüye sahip olan kafe de, Avusturya mutfağının lezzetlerini sunuyor. Her İki kafede de muhakkak, Viyana'nın meşhur Melange kahvesinden içmenizi öneririm. Tatlı için de pek çok seçenek bulunuyor, ancak eğer alkol kullanmıyorsanız menüdeki tatlıların pek çoğunun alkolle hazırlandığını söylemeliyim, o yüzden sipariş verirken dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Geçtiğimiz günlerdeki ziyaretimde, daha evvel Viyana'da tadıp tekrar yemek istediğim Sachertorte'nin alkolle hazırlandığını duyunca alkolsüz seçeneklerden birini tercih etmiştim. Müzeyi ziyaret etmediğiniz zamanlarda da tercih edebileceğiniz bu iki kafe size New York'da Avrupa'yı yaşatıyor. Eğer Avusturya mutfağıyla ilgiliyseniz, Müzede, kafenin menüsünü de içeren bir yemek kitabı satılıyor.https://shop.neuegalerie.org/products/neue-cuisine-the-elegant-tastes-of-vienna adresinden kitaba göz atabilirsiniz.
Galerinin güzel bir kitap ve tasarım dükkanı da bulunuyor. Ben müzeleri gezdikten sonra bu dükkanlarda bir müddet kalıp, herşeyi satın almak istiyor, sonra kendine gelip elimdeki sanat kitabını sakince yerine koyuyorum, onun yerine bir magnet veya çocuklar için bir boyama kitabı alarak çıkıyorum. Sanat kitaplarını daha uygun fiyatlara alabileceğiniz pek çok kitapçı var, bu da başka bir yazının konusu olsun.

 

Müzenin giriş ücreti, 20$, Öğrenciler için ise 10$ . Ayrıca müze, ayın ilk Cuması saat 6-8 arası ücretsiz ziyaret edilebiliyor. Ancak bunu kendinize yapmanızı tavsiye etmem çünkü içeri giriş için saatlerce sıra bekleyebilirsiniz, yine de ücretsiz ziyaret etmek isterseniz, bir saat öncesinden gidin ve uzun bir sıra beklemeye hazır olun. Bu arada galeri, pek çocuk dostu bir galeri değil maalesef, 12 yaş altı çocukların ziyaretine izin verilmiyor ve 12-16 yaş arasındakiler ise galeriyi bir yetişkin eşliğinde ziyaret edebiliyor.

Üniversiteden Şehir: Yale - 2

Geçtiğimiz hafta Yale gezimizin ilk durakları olan, eski kampüs, Beinecke kütüphanesi ve Sterling Anıt Kütüphanesini ziyaret etmiştik, bu hafta gezimize kaldığımız yerden devam ediyor ve Yale Center for British Art'a (İngiliz Sanat Merkezi) doğru yol alıyoruz. Bina, 20. yüzyılın en prestijli mimarlarından biri olan Louis I. Kahn tarafından tasarlanmış, mimarın vefatından sonra 1974'de tamamlanmış ve halka 1977'de açılmış. Bina inşaat halindeyken bittiğinde binanın neye benzeyeceği sorulduğunda Louis Kahn " Bulutlu bir günde bir güveye, güneşli bir günde ise bir kelebeğe benzeyecek" demiş. Şanslıyız bugün bina çok güzel güneş alıyor, bir kelebek göreceğiz. Müze mümkün olduğunca çok gün ışığı alacak şekilde tasarlanmış ve yapay aydınlatma yalnızca karanlık günlerde veya akşam saatlerinde kullanılıyor.

Binanın sanat eserini doğal ışıkta görmemize olanak sağlayan mimarisi, sanat eseriyle daha samimi bir karşılaşma imkanı sunuyor ve bu karşılaşma büyüleyici olabiliyor. Böylece, binanın mimarisi, içerdiği sanat eserlerini tüm yalınlığıyla ortaya çıkarırken, kendisi de bir sanat eseri olarak zevk veriyor. Dışı mat çelik ve yansıtıcı camdan imal edilmiş, içi ise traverten mermer, beyaz meşe, betondan yapılmış olan binanın duvarlarındaki Belçika keteni de müzenin sıcak ve samimi hissine katkı sağlıyor. İki avlu etrafında tasarlanan ve geometrik iç mekanlardan oluşan yapıdaki kütüphane avlusunda büyük beton bir silindirle gizlenmiş bir merdiven yer alıyor. Aşağı inerken bu merdiveni de görmenizi tavsiye ederim.

2000'den fazla resim ve 200'ü aşkın heykel ihtiva eden müze, İngiliz sanatının Birleşik Krallık dışındaki, en güçlü ve geniş koleksiyonu olarak biliniyor.



Bir sonraki durağımız Yale University Art Gallery (Yale Üniversitesi Sanat Galerisi). En eski üniversite sanat galerinden biri olan müze, 1832'de yurtsever sanatçı John Trumbull'un bağışladığı 100'ün üzerinde eser ile eski kampüste kurulmuş ve 1902'de yıkılmış. Bugünkü bina ise üç aşamada inşa edilmiş. Ilk bina olan Street Hall, Yale sanat okulu olarak 1866'da açılmış, Yale'in Neo-Gotik mimarisiyle uyumlu bir yapıda görünüyor, bu binaya bir köprüyle eklemlenen, eski Yale Sanat Galerisi 1926 yılında tamamlanmış. Üniversitenin sanat koleksiyonlarını ihtiva eden bu bina da Neo-Gotik bir üslupta ve Floransa mimarisine özgü öğeler ihtiva ediyor. Bu ikinci binaya bitişik olarak inşa edilen üçüncü ve son bina ise bir Louis Kahn eseri. İki neo-gotik yapıya bitişik olan bu modern yapı, eski ile yeni arasında büyük bir zerafetle geçiş yapıyor. 1953 yılında açılan bina, sanat ve mimarlık öğrencilerinin sanat ve stüdyo çalışmalarının sergi alanı olarak görev yapmış. Beton, cam ve çelik malzemeden inşa edilen bina tetrahedral tavanı ve üçgen yapıdaki merdiveni ile de ilgi topluyor.




Afrika sanatı, Asya Sanatı, İslam Sanatı, Amerikan Dekoratif Sanatları, Amerikan Resim ve Heykel Sanatları, Antik Amerika Sanatları, Antik sanatlar, Erken Avrupa Sanatı ve Modern ve Çağdaş Sanatlar, Çizimler ve fotoğraflar ihtiva eden müzede Josef Albers, Edgar Degas Marcel Duchamp, Alberto Giacometti, Jean Metzinger, Joan Miró, Piet Mondrian, Pablo Picasso,Mark Rothko, and Roy Lichtenstei ve Winslow Homer, George Bellows, John Singer Sargent, Edwin Austin Abbey, Arthur Dove, Elizabeth Goodridge, and Edward Hopper eserleri yer alıyor.



Ayrıca müzede iç ve dış mekanda olmak üzere çok güzel heykel bahçeleri bulunuyor. 


Üçüncü durağımız olan Ezra Stiles ve Morse College yurt binaları yine mimarisiyle oldukça ilgi çekici yapılar. İkiz binalar olarak kabul edilen yurt binaları ünlü mimar Eero Saarinen tarafından tasarlanmış. Sarı moloz taştan yapılmış duvarlar, uzun dikdörtgen camlar, ahşap köprüler, taş merdivenleriyle çok doğal ve sıcak bir hissi var bu alanın. Yale'in Gotik atmosferinden çıkıp kendinizi bir İtalyan kasabasında gibi hissedebilirsiniz.

Yale'in genel mimarisinden çok farklı bir tarzda görünüyor, fakat bu tezat hiç yormuyor, bilakis oldukça ahenkli duruyor. Duvarlarla çevrili olan yurt avluları, bahçedeki hamak ve banklarla sadece görsel olarak bile dinlendiriyor. Yale tarihinde tek kişilik yurt odalarıyla büyük bir çığır açmış olan yurt binaları, ev hissine yakın bir duygu veriyor, bu anlamda mimarideki malzeme tercihi, kapalı avlu, bahçedeki hamak vs. "ev" dinlendiriciliği ve sükunetine katkıda bulunuyor. Her iki yurt binasının içinde de geniş yemek salonları bulunuyor, bu yıl Morse'daki salona öğrencileri çok mutlu eden bir de pizza fırını eklenmiş. Buradayken, öğrenci bir tanıdığınız varsa, onun kimlik kartı yardımıyla okulun yemeklerinin tadına bakabilirsiniz. Her iki binada da ortak çalışma, buluşma, toplantı alanları gibi alanların yanısıra, küçük bir tiyatro salonu, spor salonu, kütüphane ve ortak mutfak bulunuyor. Morse da bu salonların dışında bir kumaş dokuma odası ve müzik ve dans stüdyoları da bulunuyor. Kendilerine Morsel diyen Morse'lu öğrenciler yurtlarıyla gurur duyuyor.

Morse'un avlusundaki Lipstick heykeli de buradayken görülmesi gerekenlerden. Yale'li bir grup öğrencinin savaşı protesto etmek için Claes Oldenburg işbirliğiyle yaptıkları, tank üzerinden yükselen ruj heykeli 1969'da Beinecke Plaza'ya yerleştirilmiş ve daha sonra, 1974 yılında Morse'un avlusuna taşınmış.

Morse'un bahçesinde dinlenip, akşam yemeklerimizi yiyip, iki yaşındaki kızım Mina'yı da eğlendirdikten sonra -dekanın iki yaşlarında bir çocuğu varmış, bahçeye küçük bir park alanı kurmuş- Yale gezimizin son durağı olan Ingalls Rink'e doğru yola çıkıyoruz. Ingalls Rink isimli buz hokey pisti de yine ünlü mimar Eero Saarinen'e ait. Savaş sonrası modern mimarinin önemli örneklerinden biri olan bina, Amerikan Mimari Enstitüsünce 2007 yılında Amerika'nın en iyi mimari ürünlerinden biri olarak seçilmiş. 2009 yılında biten tadilattan sonra yeniden halka açılan pistin yenilenmesi 1.5 milyon dolara mal olmuş. Oldukça etkileyici bir yapı olan pist, dışardan bakınca bir balinayı andırıyor ve içinde 3500 koltuk barındırıyor.

Bonus: Gece'yi Yale'de geçirmek isteyenlere, The Study at Yale'i öneririm. Burada sadece günün yorgunluğunu atmıyorsunuz, gün boyu süren ve size estetik zevkler yaşatan Yale tecrübenizi bütünlüyorsunuz.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Üniversiteden Şehir: Yale

Bugünkü gezi yazımız ile Connecticut, New Haven'daki Yale üniversitesine gidiyoruz. Amerika'nın en eski üçüncü üniversitesi olan Yale, ülkenin en prestijli sekiz üniversitesinin bir araya geldiği Ivy League'de yer alıyor. 1640'larda New Haven şehriyle aynı zamanlarda kurulan üniversite, şehri de kendisi etrafında şekillendirmiş ve hala da şekillendirmeye devam ediyor. Buraya üniversiteden bir şehir desem abartmış olmam herhalde. New Haven Yale için, ilgi çekici olabilecek kadar büyük, güvende hissettirecek kadar küçük ifadesi kullanılıyor. Kampüs, yurt, kütüphane, tiyatro, kilise ve müze binalarıyla bir açık hava mimari müzesi olarak kabul edilen Yale, ziyaretçilerine mimari bir görsel şölen sunuyor.



Biz de bu görsel şölene eski kampüsten başlıyoruz. Yale'in en eski bölgesi olan eski kampüse Phelps Kapısı'ndan giriyoruz. 1896'da tamamlanan Phelps Salonunu kesen kapı, birazdan çıkacağımız geniş yeşil için bir tünel işlevi görüyor. İngilizce, Klasikler, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Felsefe bölümlerinin binaları, yurt binaları ve iki kilise binasının çevrelediği bu yeşil avlu dörtgen planda uzanıyor. Eski kampüsteki kiliselerden biri olan Battle Chapel, 1874-1876 arasında inşa edilmiş ve Yale'deki en büyük kilise olma özelliğini taşıyor. Gotik Viktoryan tarzda inşa edilmiş olan kilise bugün Pazar ayinlerine, oda orkestrası, senfonik orkestra ve konser orkestrasının gösterilerine ev sahipliği yapıyor. Vakit namazlarında daha küçük bir mescidde toplanan müslüman öğrenciler de Cuma namazını bu kilisede eda ediyor.



Eski kampüsten ayrılıp gezimizin ikinci durağına, Beinecke El yazması ve Nadir Kitaplar Kütüphanesi'ne ulaşıyoruz. Dünyadaki en büyük nadir kitaplar ve el yazması kütüphanesi olma özelliği taşıyan kütüphane, mimarisiyle de oldukça ilgi çekici. Binanın mimarı, Gordon Bunshaft içindeki kıymetli kitapları güneş ışığından korumak için binayı penceresiz olarak tasarlanmış ve duvarlarda ışığı içeri süzerek alan saydam ve damarlı Vermont mermeri kullanmış. Kütüphane, kapalı bir kutuyu andıran mimarisi ve kıymetli kitaplar barındırması nedeniyle "mücevher kutusu" olarak da anılıyor. Merkezinde, camla kaplı, altı katlı bir kitap kulesi barındıran kütüphane, bu kulede 180.000 ve yer altındaki deposunda ise 600.000 ciltli kitapla beraber Gutenberg İncili'ni de ihtiva ediyor, Gutenberg incilinin kopyalarından birisi sergi alanında görülebiliyor. Kitaplar dışarı çıkarılamıyor ancak okuma odasında kütüphane üyelerince okunabiliyor.



Kütüphaneden çıkışta Beinecke Plaza olarak da bilinen Hewitt Quadrangle'ı görüyoruz. Hewitt Quadrangle'ın geniş griliğinde kırmızı, sarı ve mavi renkleriyle parlayan bir heykel karşımıza çıkıyor. Rüzgarla hareket eden "Gallows and Lollipops" heykeli açık hava kinetik heykelleriyle meşhur olan Aexander Calder'a ait. Heykelin rüzgardaki hareketlerini biraz izledikten sonra bu alandaki önemli bir diğer heykeli görüyoruz: The Garden (Pyramid, Sun and Cube). Ünlü Japon Amerikan heykeltraş Isamu Noguchi'nin heykelleri zamanı, güneşi ve şansı temsil ediyor. 



Üçüncü durağımız Sterling Anıt Kütüphanesi. 1864 yılında Yale'den mezun olan New York'lu avukat John W. Sterling'in mirasından sağlanan fonla inşa edilmiş olan kütüphanenin ana koridoruna ulaştığınızda kendinizi bir katedralde gibi hissedeceksiniz. Binanın mimarı James Gamble Rogers tasarladığı kütüphaneyi bir sapel binasıyla desteklemek istemiş ancak finansal nedenler ve sapel ihtiyacı olmadığı gerekçesiyle reddedilince Rogers kütüphaneyi kilise mimarisinde tasarlamış. Kütüphane girişini kubbeli bir nef (kilise koridoru) gibi planlayan mimar, iç mekan için de kiliselerdekini andıran geniş taş ve vitray süslemeler kullanmış. Nefin batı tarafında, kiliselerdeki Meryem ana figürlerini andıran bir Alma Mater muralı resmedilmiş. Latince "besleyen ana" anlamına gelen Alma Mater Batı'da üniversiteyi, okulu temsil ediyor. Alma Mater ile birinin içinden yetiştiği okul, onu besleyen ana olarak sembolize ediliyor. 18 metre yükseklikteki tavanı, pencere yapıları, ve vitraylarıyla Neogotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan bina çok ciddi eleştireler almış, mimari bir gerileme olarak kabul edilmiş; aşırı pahalı ve süslü olması sebebiyle de bir şımarıklık ürünü olarak değerlendirilmiş.



Eleştirileri yanımıza alıp hayran kalmaya devam ederek, kütüphenin iç bahçesine ulaşıyoruz. Bu cok tatlı iç bahçeden sonra, çalışma salonlarını ve oldukça geniş bir arşivi olan müzik kütüphanesini ziyaret ediyoruz. 



Kütüphanenin ilk katı halka açık ancak üst katlar çıkmak istiyorsanız bir Yale kimlik kartına ihtiyacınız var. Bize bu imkanı bugünlerde mezun olacak olan arkadaşımız Taha sağladı sağolsun. Bu sayede bazı katlarda asansörün olmadığını, gün ışığının katları aydınlattığını ancak gece katları sadece masa lambalarının aydınlattığını ve kitap dolu koridorlarda ışığı açtığınızda 15 dakika sonra otomatik olarak söndüğünü öğrendik. Yale lisans üstü öğrencilerinin çalışma masalarını ve masalara düştükleri notları görüp geceleri kararan kütüphaneyi düşününce, Umberto Eco'nun bu kütüphanenin tekinsizliğinden bahseden hatırası daha bir anlamlı oldu benim için. Eco "Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın" isimli kitapta bu müzenin hissettirdiği tekinsizliğin, meşhur romanı Gülün Adı'na ilham kaynağı olduğunu anlatıyor: "Hatırlıyorum da Gülün Adı'ndaki kütüphanede işlenen cinayet, tam da Yale'deki Sterling Library'de çalışırken gelmişti aklıma. Akşam asma katta çalışırken başıma herşeyin geleceği hissine kapılmıştım. Asma kata çıkmak için bir asansör yoktu, öyle ki çalışma masanıza bir kere yerleştikten sonra hiçkimsenin yardımınıza koşamayacağınız hissine kapılırdınız. Cesedinizi bir cinayetten günlerce sonra, bir kitaplığın altına gizlenmiş olarak bulabilirlerdi."



Kütüphane mimarisinden dolayı Hogwarts'ı çağrıştırmasıyla da meşhur. Okul öğrencileri arasında da Yale- Hogwarts benzetmesi sıkça kullanılıyor. Hatta okulun bir Quidditch takımı (Harry Potter kitaplarında geçen ve sihirli süpürgelerle uçarak oynanan bir okul sporu) bile var. Daha evvel Harvard'da "Harvard Quidditch takım ilanını" görünce espri zannettiğim Quidditch takımının gerçek olduğunu da bu gezi sayesinde öğrenmiş oldum. Bacaklarının arasındaki süpürgelerle sahada koşarak Rugby'e benzeyen bir oyun oynayan okul takımları, okullar arası büyük turnuvalara da katılıyor. Ve maalesef espri değil, gerçek. Yale üniversitesi, Harvard'la pek çok konuda yarıştığı gibi, Hogwarts'a benzeme konusunda da yarışıyor, hatta Yale öğrencileri bir adım ileri gidip Harvard'ı Azkaban'a benzetiyor. Bu da J.K.Rowling'in başarısı olsa gerek, Amerika'nın en iyi üniversitelerinde okuyan en parlak öğrencileri, okullarını Harry Potter'ın kurgu dünyasına benzetme yarışı yapıyor, daha da fenası bacaklarının arasında bir süpürge omuzlarında pelerin ile Rugby oynuyor. 

Hogwarts'ın sihirli dünyasından çıkıp Yale'e dönüyor ve gezimize bir kahve arası veriyoruz, Yale menşe bir kahveci olan Blue State'de kahvelerimizi yudumlarken gezimizin sonraki adımlarını planlıyoruz. Yale Üniversitesi Sanat Galerisi ve Yale Center for British Art, mimarisiyle dikkatimizi çeken Ezra Stiles ve Morse College, Yale'in buz hokeyi pisti Ingalls Rink'i önümüzdeki duraklar olarak belirliyoruz. Önümüzdeki yazıda gezimize kaldığımız yerden devam etmek üzere.

Muggle'ların Quidditch'i böyle bir şey:



Not: Kahve güzelmiş.

usasabah.com  adresinde yayınlanmıştır. 

Şehrin en iyi Vejetaryen Kore restoranı: Hangawi

Bugün sizlerle beni çok etkileyen bir mekana, Hangawi isimli vejetaryen Kore restoranına gidiyoruz. New York'un en kalabalık ve gürültülü bölgelerinden biri olan Koreatown'daki bu mekan sizi müthiş bir sakinlik ve nezaketle karşılıyor. Içeri girer girmez sizi, geleneksel Kore kıyafetleri giyen görevliler karşılıyor, ceketinizi alınıyor ve size ayakkabılarınızı koymanız için dolapta bir yer gösteriyor. Evet, doğru duydunuz içeri girerken ayakkabılarınızı çıkardığınız bir restorana geldiniz. Ayakkabınızı çıkarıp içeri girdiğiniz mekanlar size daha kapısından huzur ve samimiyet vaadinde bulunur, der ki "dış dünyanın telaşesini, koşturmasını, kimliklerini, kirini pasını, gerginliğini kapıda bırak, rahatla ve gir içeri". Hangawi de size bunu söylüyor, "şehrin koşturmacasını geride, gerginliklerini kapıda bırakıp içeri girecek ve dinleneceksin". Sizi karşılayan görevli o kadar nezaketle ve sükunetle hareket ediyor ki siz de aynı şekilde yanıt veriyorsunuz, adımlarınızın küçüldüğünü ve nazikleştiğini fark ediyorsunuz, masanızı gösteriyor- küçük bir yer masası- yerdeki mindere oturuyorsunuz, görevli dikkat edin diyor, çünkü ayaklarınızı aşağıdaki boşluğa sarkıtıyorsunuz, böylece minderde otururken masada oturuyor gibi hissedebiliyorsunuz. Masadaki mumlar ve loş ışıklarla ışıklandırılmış mekanda çok huzur verici bir Zen müziği duyuyorsunuz, şehrin telaşını unuttunuz, başka bir dünyadasınız, neredeyse biraz sonra zihninizin sesleri bile susacak. Uzun ve derin sohbetler için muhteşem bir mekan.



Ama sadece atmosfer değil, yemekleri de bir o kadar etkileyici. 

Biraz sonra görevliler saygıyla ve güler yüzleriyle yanınıza geliyor ve size menüyü tanıtıyorlar, vejetaryen menü bir de Um-Yang dengesini gözeterek özel olarak tasarlanmış. Um besinler; yeşil sebzeler ve meyveleri, yang besinler ise, patates, havuç, turp gibi kök bitkileri temsil ediyor. Yemekler, bu iki tür besinin birbiriyle dengeli bir şekilde hazırlanmasından oluşmuş. Bu türden bir dengenin daha sağlıklı olduğuna dair bir felsefeye dayanarak hazırlanmış. Michelin 2016 yılı önerileri arasında yer alan mekan, Zagat tarafından da 2015 yılında New York'daki en iyi vejetaryen restoran olarak seçilmiş. 



Gelelim benim yemek önerilerime: yemeğe combination rolls ve vejetaryen dumplinglerle (bir çeşit mantı) başlayabilirsiniz, Soya peynirli kimchi (bir çeşit turşu) ve acı soslu sebzeler "Bean curd with kimchi and vegetables in Spicy Sauce" ve taş kasede sebzeli pilav olan (ismini böyle yazınca çok havalı olmadı ama havalı bir yemek aslında) "vegetarian stone bowl rice" ile devam edebilirsiniz. Eğer mantar seviyorsanız Hangawi sizin için tam bir cennet olabilir, çok fazla mantar alternatifi var. Ben mantar alerjim olduğu için tadamadım ama deneyen arkadaşlarımın dediğine göre hepsi gayet lezzetliler. Mongolian hot pot, organic zen bibimbap da size önerebileceğim mantarlı lezzetlerden. 

Yemekten sonra yeşil çay istemeyi unutmayın. Yeşil çayınızı seçerken en iyi yeşil çay olan Royal Green Tea'yi önerebilirim, yılın ilk harmanı olan bu çayı ikinci ve üçüncü kalitede ikinci ve üçüncü harman çaylar takip ediyor, fiyatları da kaliteye göre biraz farklılaşıyor. Tatlı olarak ise mekanın imza tatlısı olan, 'red beans and ice cream rhapsody'i yani, tatlandırılmış kırmızı fasulyeyle vanilya bademli soya dondurması üzerine tahıl çeşitleri, ceviz ve hurmayı öneririm.

Eğer glutensiz besleniyorsanız Hangawi'nin glutensiz menüsünden kendiniz için lezzetler seçebilir, tatlı olarak da glutensiz tofu çikolata pudingi deneyebilirsiniz. 

Çok geniş olan menüye bakıp bakıp karar vermekte zorlanıyorsanız ve hepsinden de tadayım istiyorsanız, Hangawi'nin 'Emperor's Tasting Menu'sünü (imparator tadım menüsü) seçmek işinizi kolaylaştıracaktır. Böylece azar azar bütün yemeklerin tadına bakabilirsiniz, iki kişilik sipariş edebileceğiniz bu menü her ay değişiyor ve yeni yeni lezzetler denemek isteyenler için bu menü oldukça cazip bir tadım imkanı sunuyor. Afiyet olsun. 

1) 5.Cadde ile Madison Caddesi arasında 32. sokak, 12E adresinde yer alan Hangawi'ye gitmeden evvel rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Özellikle çok kalabalık olan saatlerde rezervasyonsuz yer bulamayabilirsiniz.

2) Rezervasyon ve bilgi almak için http://www.hangawirestaurant.com/reservation.htm adresini ziyaret edebilirsiniz.

usasabah.com da yayınlanmıştır. 

3 Ocak 2017 Salı

Dyker Heights'ın Işıltısı




Bütün şehir yılın bu zamanlarında ışıl ışıl ama Dyker Heights'ın Noel ışıklandırmalarıyla ilgili ayrı bir şöhreti var. Brooklyn Dyker Heights bölgesindeki evler Christmas zamanında baştan aşağı ışıklar giyiniyor, süsleniyor ve büyük bir ziyaretçi akınına uğruyor. Seksenlerde başlayan Noel ışıklandırmaları her yıl biraz daha coşku ve abartı kazanmış ve bu eğlence komşular arasında adeta gizli bir yarışa dönüşmüş. Bazı ev sahipleri işi, ışıklandırmalar için profesyonel hizmet almaya kadar vardırmış. Son olarak, 2016 yılında bazı evlerin ışıklandırmaları için 20.000 dolara varan harcamalar yapıldığı söyleniyor.

Dyker Heights'a Nasıl Gidilir?

Milyon dolarlık mansiyonları, sıra sıra dizilmiş müstakil evleriyle küçük bir muhit olan Dyker Heights tren hattı olmaması nedeniyle şehrin kalabalığından korunmuş. Önce İskandinavların sonra ve halen İtalyanların yerleşim alanı olan bölgede bugün Ruslar ve Araplar da mukim bulunuyor. Muhitin bir tren hattı olmadığından bahsettim. Bu nedenle trenle gitmeyi tercih ederseniz, biraz yürüyeceksiniz demektir. D treniyle 79. Sokağa kadar giderek, 20 dakikalık bir yürüyüşle süslemelere ulaşabilirsiniz. Yürürken yol boyunca ışıklandırmalar göreceksiniz ancak asıl görsel şölen, 11 ve 13. Caddelerde, 83.Sokak ile 86.Sokak arasında yer alıyor.



Yalnız yürümek fikri çok cazip gelmediyse Manhattan Union Square çevresinden hareket eden yürüyüş turlarına katılabilir, ışıklandırmaları görürken bir yandan da rehberinizden bilgiler alabilirsiniz. Bu yürüyüş turları 15 Dolardan başlıyor.

Yok ben yalnız yürümekten değil, başlı başına yürümekten hoşlanmam diyorsanız, ışıklandırmaları görmek için otobüs turlarını da tercih edebilirsiniz. Aralık ayı boyunca her gece devam eden otobüs turları da 50 Dolar civarında seyrediyor.

Neler Görülmeli:

En iyi ışıklandırmalar, 83. ve 84.Sokaklar arasında, 11. ve 13. Caddelerde bulunuyor. "İtalyan ışıklarının Kraliçesi" olarak bilinen Lucy Spata'nın evi de burada bulunuyor.

Spata Evi: Spata 30 yıl önce Dyker Heights'da Noel ışıklandırmaları geleneğini başlatan kişi.

1983 yılında evinin dışını ilk kez süslediğinde Spata'nın komşuları rahatsız olup şikayet etmiş. Ancak her yıl yeni bir komşunun bu süslemelere katılmasıyla Dyker Heights'da bir gelenek başlamış.Özellikle Spata Evi'nin olduğu sokak Amerika'nın her yerinden ziyaretçi çekiyor ve bazı Aralık akşamları trafiğe kapatılıyor.

Spata, her yıl Kasım ayının başlamasıyla evinin etrafına yerleştirdiği ışıkları Şükran günü akşamında yakıyor. Aylık ortalama 3.500 dolar elektrik faturası ödediğini söyleyen Spata, evini saran 20.000 ışığı 7 Ocak'a kadar kaldırmıyor.

Spata'nın bahçesinde ışıklandırmalar,süslemeler ve kurşun askerlerden başka, elfleri, Elmo'yu ve -ziyaretiniz haftasonundaysa- Noel anne kılığına girmiş olan Lucy Spata'yı da görebilirsiniz.

Polizotto Evi:

Lucy Spata evinin hemen karşısında yer alan Polizotto evi 26 yıl önce ilk defa güzel bir haberi kutlamak için ışıklandırılmış; Alfred Polizotti'nin kanserinin iyileşmeye durduğu haberini. Bunun üzerine Brooklyn'de bir ev kiralayan Polizotto, bahçesini ışıklarla kaplayıp, dönme dolaplar ve geyik heykelleriyle süslemiş. Polizotto dünyasını geçtiğimiz yıllarda değişmiş ama geleneği sürüyor. Ziyaretçiler Polizotto'yu anarken, bahçe kapısında yer alan bağış kutuları aracılığıyla Ulusal Kanser Derneği'ne de bağışta bulunabiliyor.

Robert DeLauro Evi: Robert DeLauro evi, süslemeleri müzikle birleştirmesiyle meşhur. Müzikle senkronize hareket eden ışıklar tam bir görsel şölen sergiliyor. DeLauro'yu bu teknolojiyle küçük kızı tanıştırmış ve DeLauro biraz araştırınca ışığı müzikle senkronize edebileceğini görmüş, başladığı yıl bütün bir yazını bu ışık ve müzik gösterisini organize etmek için ayıran DeLauro çok uğraşmış ama çok büyüleyici bir iş çıkarmış.

Yunan Sam'in Evi: Las Vegas'ı Brooklyn'e getiren kişi olarak tanınan Sam'in Evi, 71. sokak 14. Caddede yer alıyor. Yaklaşık 300.000 ışık barındıran bu ev bence diğerleri kadar estetik bir zevk vermiyor ama ününden dolayı görülmeye değer.

Gezerken gözünüz evlerin pencerelerinde olsun, size el sallayan Noel babalar görebilirsiniz. Bazı ev sahipleri işe biraz daha yaratıcılık katmış ve sinevizyon ekranı kaplanılan camlar aracılığıyla pencerelerine Noel baba simulasyonları koymuş.

Gezinizi sonlandırırken bölgede meşhur bir İtalyan tatlısı olan Cannoli yemeden dönmeyin. Villabate Alba bunun için iyi bir seçim olabilir.

Not : Yılın bu zamanlarında sokaklarda her gün bir Fındıkkıran Balesi ilanı görmüş olabilirsiniz, Dyker Heights süslemelerini gezerken de Noel'in simgesi olan Noel Baba ve geyikler kadar fındıkkıran ve verilen kurşun askerlerden gördünüz . Alman halk kültürüne göre fındıkkıranlar evleri koruyup iyi şans getirmesi için insanlara verilmiş. Fındıkkıranları bugünkü ününe ulaştıran "Fındıkkıran ve Fareler Kralı" hikayesi ise, 1776 ve 1822 yılları arasında E.T. Amadeus Hoffman tarafından yazılmış. Küçük Alman kızı Clara'nın Noel armağanı olan fındıkkıranı aldıktan sonra, Noel gecesi rüyasında ziyaret ettiği düşler ülkesini ve oradaki maceralarını anlatan hikaye daha sonra Tchaikovsky tarafından baleye uyarlanmış. İlk defa 1892'de St. Petersburg da sergilenen gösteri daha sonra Noel zamanlarının vazgeçilmezi halini almış. 1950'lerden sonra da Amerika'da popülerleşmeye başlamış.

UsaSabah Gezi Mekan Köşesinde yayınlanmıştır