24 Mayıs 2017 Çarşamba

Üniversiteden Şehir: Yale

Bugünkü gezi yazımız ile Connecticut, New Haven'daki Yale üniversitesine gidiyoruz. Amerika'nın en eski üçüncü üniversitesi olan Yale, ülkenin en prestijli sekiz üniversitesinin bir araya geldiği Ivy League'de yer alıyor. 1640'larda New Haven şehriyle aynı zamanlarda kurulan üniversite, şehri de kendisi etrafında şekillendirmiş ve hala da şekillendirmeye devam ediyor. Buraya üniversiteden bir şehir desem abartmış olmam herhalde. New Haven Yale için, ilgi çekici olabilecek kadar büyük, güvende hissettirecek kadar küçük ifadesi kullanılıyor. Kampüs, yurt, kütüphane, tiyatro, kilise ve müze binalarıyla bir açık hava mimari müzesi olarak kabul edilen Yale, ziyaretçilerine mimari bir görsel şölen sunuyor.



Biz de bu görsel şölene eski kampüsten başlıyoruz. Yale'in en eski bölgesi olan eski kampüse Phelps Kapısı'ndan giriyoruz. 1896'da tamamlanan Phelps Salonunu kesen kapı, birazdan çıkacağımız geniş yeşil için bir tünel işlevi görüyor. İngilizce, Klasikler, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Felsefe bölümlerinin binaları, yurt binaları ve iki kilise binasının çevrelediği bu yeşil avlu dörtgen planda uzanıyor. Eski kampüsteki kiliselerden biri olan Battle Chapel, 1874-1876 arasında inşa edilmiş ve Yale'deki en büyük kilise olma özelliğini taşıyor. Gotik Viktoryan tarzda inşa edilmiş olan kilise bugün Pazar ayinlerine, oda orkestrası, senfonik orkestra ve konser orkestrasının gösterilerine ev sahipliği yapıyor. Vakit namazlarında daha küçük bir mescidde toplanan müslüman öğrenciler de Cuma namazını bu kilisede eda ediyor.



Eski kampüsten ayrılıp gezimizin ikinci durağına, Beinecke El yazması ve Nadir Kitaplar Kütüphanesi'ne ulaşıyoruz. Dünyadaki en büyük nadir kitaplar ve el yazması kütüphanesi olma özelliği taşıyan kütüphane, mimarisiyle de oldukça ilgi çekici. Binanın mimarı, Gordon Bunshaft içindeki kıymetli kitapları güneş ışığından korumak için binayı penceresiz olarak tasarlanmış ve duvarlarda ışığı içeri süzerek alan saydam ve damarlı Vermont mermeri kullanmış. Kütüphane, kapalı bir kutuyu andıran mimarisi ve kıymetli kitaplar barındırması nedeniyle "mücevher kutusu" olarak da anılıyor. Merkezinde, camla kaplı, altı katlı bir kitap kulesi barındıran kütüphane, bu kulede 180.000 ve yer altındaki deposunda ise 600.000 ciltli kitapla beraber Gutenberg İncili'ni de ihtiva ediyor, Gutenberg incilinin kopyalarından birisi sergi alanında görülebiliyor. Kitaplar dışarı çıkarılamıyor ancak okuma odasında kütüphane üyelerince okunabiliyor.



Kütüphaneden çıkışta Beinecke Plaza olarak da bilinen Hewitt Quadrangle'ı görüyoruz. Hewitt Quadrangle'ın geniş griliğinde kırmızı, sarı ve mavi renkleriyle parlayan bir heykel karşımıza çıkıyor. Rüzgarla hareket eden "Gallows and Lollipops" heykeli açık hava kinetik heykelleriyle meşhur olan Aexander Calder'a ait. Heykelin rüzgardaki hareketlerini biraz izledikten sonra bu alandaki önemli bir diğer heykeli görüyoruz: The Garden (Pyramid, Sun and Cube). Ünlü Japon Amerikan heykeltraş Isamu Noguchi'nin heykelleri zamanı, güneşi ve şansı temsil ediyor. 



Üçüncü durağımız Sterling Anıt Kütüphanesi. 1864 yılında Yale'den mezun olan New York'lu avukat John W. Sterling'in mirasından sağlanan fonla inşa edilmiş olan kütüphanenin ana koridoruna ulaştığınızda kendinizi bir katedralde gibi hissedeceksiniz. Binanın mimarı James Gamble Rogers tasarladığı kütüphaneyi bir sapel binasıyla desteklemek istemiş ancak finansal nedenler ve sapel ihtiyacı olmadığı gerekçesiyle reddedilince Rogers kütüphaneyi kilise mimarisinde tasarlamış. Kütüphane girişini kubbeli bir nef (kilise koridoru) gibi planlayan mimar, iç mekan için de kiliselerdekini andıran geniş taş ve vitray süslemeler kullanmış. Nefin batı tarafında, kiliselerdeki Meryem ana figürlerini andıran bir Alma Mater muralı resmedilmiş. Latince "besleyen ana" anlamına gelen Alma Mater Batı'da üniversiteyi, okulu temsil ediyor. Alma Mater ile birinin içinden yetiştiği okul, onu besleyen ana olarak sembolize ediliyor. 18 metre yükseklikteki tavanı, pencere yapıları, ve vitraylarıyla Neogotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan bina çok ciddi eleştireler almış, mimari bir gerileme olarak kabul edilmiş; aşırı pahalı ve süslü olması sebebiyle de bir şımarıklık ürünü olarak değerlendirilmiş.



Eleştirileri yanımıza alıp hayran kalmaya devam ederek, kütüphenin iç bahçesine ulaşıyoruz. Bu cok tatlı iç bahçeden sonra, çalışma salonlarını ve oldukça geniş bir arşivi olan müzik kütüphanesini ziyaret ediyoruz. 



Kütüphanenin ilk katı halka açık ancak üst katlar çıkmak istiyorsanız bir Yale kimlik kartına ihtiyacınız var. Bize bu imkanı bugünlerde mezun olacak olan arkadaşımız Taha sağladı sağolsun. Bu sayede bazı katlarda asansörün olmadığını, gün ışığının katları aydınlattığını ancak gece katları sadece masa lambalarının aydınlattığını ve kitap dolu koridorlarda ışığı açtığınızda 15 dakika sonra otomatik olarak söndüğünü öğrendik. Yale lisans üstü öğrencilerinin çalışma masalarını ve masalara düştükleri notları görüp geceleri kararan kütüphaneyi düşününce, Umberto Eco'nun bu kütüphanenin tekinsizliğinden bahseden hatırası daha bir anlamlı oldu benim için. Eco "Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın" isimli kitapta bu müzenin hissettirdiği tekinsizliğin, meşhur romanı Gülün Adı'na ilham kaynağı olduğunu anlatıyor: "Hatırlıyorum da Gülün Adı'ndaki kütüphanede işlenen cinayet, tam da Yale'deki Sterling Library'de çalışırken gelmişti aklıma. Akşam asma katta çalışırken başıma herşeyin geleceği hissine kapılmıştım. Asma kata çıkmak için bir asansör yoktu, öyle ki çalışma masanıza bir kere yerleştikten sonra hiçkimsenin yardımınıza koşamayacağınız hissine kapılırdınız. Cesedinizi bir cinayetten günlerce sonra, bir kitaplığın altına gizlenmiş olarak bulabilirlerdi."



Kütüphane mimarisinden dolayı Hogwarts'ı çağrıştırmasıyla da meşhur. Okul öğrencileri arasında da Yale- Hogwarts benzetmesi sıkça kullanılıyor. Hatta okulun bir Quidditch takımı (Harry Potter kitaplarında geçen ve sihirli süpürgelerle uçarak oynanan bir okul sporu) bile var. Daha evvel Harvard'da "Harvard Quidditch takım ilanını" görünce espri zannettiğim Quidditch takımının gerçek olduğunu da bu gezi sayesinde öğrenmiş oldum. Bacaklarının arasındaki süpürgelerle sahada koşarak Rugby'e benzeyen bir oyun oynayan okul takımları, okullar arası büyük turnuvalara da katılıyor. Ve maalesef espri değil, gerçek. Yale üniversitesi, Harvard'la pek çok konuda yarıştığı gibi, Hogwarts'a benzeme konusunda da yarışıyor, hatta Yale öğrencileri bir adım ileri gidip Harvard'ı Azkaban'a benzetiyor. Bu da J.K.Rowling'in başarısı olsa gerek, Amerika'nın en iyi üniversitelerinde okuyan en parlak öğrencileri, okullarını Harry Potter'ın kurgu dünyasına benzetme yarışı yapıyor, daha da fenası bacaklarının arasında bir süpürge omuzlarında pelerin ile Rugby oynuyor. 

Hogwarts'ın sihirli dünyasından çıkıp Yale'e dönüyor ve gezimize bir kahve arası veriyoruz, Yale menşe bir kahveci olan Blue State'de kahvelerimizi yudumlarken gezimizin sonraki adımlarını planlıyoruz. Yale Üniversitesi Sanat Galerisi ve Yale Center for British Art, mimarisiyle dikkatimizi çeken Ezra Stiles ve Morse College, Yale'in buz hokeyi pisti Ingalls Rink'i önümüzdeki duraklar olarak belirliyoruz. Önümüzdeki yazıda gezimize kaldığımız yerden devam etmek üzere.

Muggle'ların Quidditch'i böyle bir şey:



Not: Kahve güzelmiş.

usasabah.com  adresinde yayınlanmıştır. 

Şehrin en iyi Vejetaryen Kore restoranı: Hangawi

Bugün sizlerle beni çok etkileyen bir mekana, Hangawi isimli vejetaryen Kore restoranına gidiyoruz. New York'un en kalabalık ve gürültülü bölgelerinden biri olan Koreatown'daki bu mekan sizi müthiş bir sakinlik ve nezaketle karşılıyor. Içeri girer girmez sizi, geleneksel Kore kıyafetleri giyen görevliler karşılıyor, ceketinizi alınıyor ve size ayakkabılarınızı koymanız için dolapta bir yer gösteriyor. Evet, doğru duydunuz içeri girerken ayakkabılarınızı çıkardığınız bir restorana geldiniz. Ayakkabınızı çıkarıp içeri girdiğiniz mekanlar size daha kapısından huzur ve samimiyet vaadinde bulunur, der ki "dış dünyanın telaşesini, koşturmasını, kimliklerini, kirini pasını, gerginliğini kapıda bırak, rahatla ve gir içeri". Hangawi de size bunu söylüyor, "şehrin koşturmacasını geride, gerginliklerini kapıda bırakıp içeri girecek ve dinleneceksin". Sizi karşılayan görevli o kadar nezaketle ve sükunetle hareket ediyor ki siz de aynı şekilde yanıt veriyorsunuz, adımlarınızın küçüldüğünü ve nazikleştiğini fark ediyorsunuz, masanızı gösteriyor- küçük bir yer masası- yerdeki mindere oturuyorsunuz, görevli dikkat edin diyor, çünkü ayaklarınızı aşağıdaki boşluğa sarkıtıyorsunuz, böylece minderde otururken masada oturuyor gibi hissedebiliyorsunuz. Masadaki mumlar ve loş ışıklarla ışıklandırılmış mekanda çok huzur verici bir Zen müziği duyuyorsunuz, şehrin telaşını unuttunuz, başka bir dünyadasınız, neredeyse biraz sonra zihninizin sesleri bile susacak. Uzun ve derin sohbetler için muhteşem bir mekan.



Ama sadece atmosfer değil, yemekleri de bir o kadar etkileyici. 

Biraz sonra görevliler saygıyla ve güler yüzleriyle yanınıza geliyor ve size menüyü tanıtıyorlar, vejetaryen menü bir de Um-Yang dengesini gözeterek özel olarak tasarlanmış. Um besinler; yeşil sebzeler ve meyveleri, yang besinler ise, patates, havuç, turp gibi kök bitkileri temsil ediyor. Yemekler, bu iki tür besinin birbiriyle dengeli bir şekilde hazırlanmasından oluşmuş. Bu türden bir dengenin daha sağlıklı olduğuna dair bir felsefeye dayanarak hazırlanmış. Michelin 2016 yılı önerileri arasında yer alan mekan, Zagat tarafından da 2015 yılında New York'daki en iyi vejetaryen restoran olarak seçilmiş. 



Gelelim benim yemek önerilerime: yemeğe combination rolls ve vejetaryen dumplinglerle (bir çeşit mantı) başlayabilirsiniz, Soya peynirli kimchi (bir çeşit turşu) ve acı soslu sebzeler "Bean curd with kimchi and vegetables in Spicy Sauce" ve taş kasede sebzeli pilav olan (ismini böyle yazınca çok havalı olmadı ama havalı bir yemek aslında) "vegetarian stone bowl rice" ile devam edebilirsiniz. Eğer mantar seviyorsanız Hangawi sizin için tam bir cennet olabilir, çok fazla mantar alternatifi var. Ben mantar alerjim olduğu için tadamadım ama deneyen arkadaşlarımın dediğine göre hepsi gayet lezzetliler. Mongolian hot pot, organic zen bibimbap da size önerebileceğim mantarlı lezzetlerden. 

Yemekten sonra yeşil çay istemeyi unutmayın. Yeşil çayınızı seçerken en iyi yeşil çay olan Royal Green Tea'yi önerebilirim, yılın ilk harmanı olan bu çayı ikinci ve üçüncü kalitede ikinci ve üçüncü harman çaylar takip ediyor, fiyatları da kaliteye göre biraz farklılaşıyor. Tatlı olarak ise mekanın imza tatlısı olan, 'red beans and ice cream rhapsody'i yani, tatlandırılmış kırmızı fasulyeyle vanilya bademli soya dondurması üzerine tahıl çeşitleri, ceviz ve hurmayı öneririm.

Eğer glutensiz besleniyorsanız Hangawi'nin glutensiz menüsünden kendiniz için lezzetler seçebilir, tatlı olarak da glutensiz tofu çikolata pudingi deneyebilirsiniz. 

Çok geniş olan menüye bakıp bakıp karar vermekte zorlanıyorsanız ve hepsinden de tadayım istiyorsanız, Hangawi'nin 'Emperor's Tasting Menu'sünü (imparator tadım menüsü) seçmek işinizi kolaylaştıracaktır. Böylece azar azar bütün yemeklerin tadına bakabilirsiniz, iki kişilik sipariş edebileceğiniz bu menü her ay değişiyor ve yeni yeni lezzetler denemek isteyenler için bu menü oldukça cazip bir tadım imkanı sunuyor. Afiyet olsun. 

1) 5.Cadde ile Madison Caddesi arasında 32. sokak, 12E adresinde yer alan Hangawi'ye gitmeden evvel rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Özellikle çok kalabalık olan saatlerde rezervasyonsuz yer bulamayabilirsiniz.

2) Rezervasyon ve bilgi almak için http://www.hangawirestaurant.com/reservation.htm adresini ziyaret edebilirsiniz.

usasabah.com da yayınlanmıştır.